Yaz aylarının gelmesiyle birlikte Türkiye’de artık neredeyse kanıksadığımız bir haber gündemimize yeniden oturdu: Orman yangınları. Her yıl, aynı acı manzaralarla yüzleşiyoruz. Yine dumanlar yükseliyor, alevler gökyüzünü sarıyor, ekranlardan tanıdık cümleler geliyor: “Yangın kontrol altına alınmaya çalışılıyor”, “Bazı yerleşim yerleri tahliye edildi”, “Ormanlık alanda hasar büyük.”

Sanki bu topraklarda her yaz, aynı film yeniden ve yeniden gösterime giriyor. Ne yazık ki senaryo hiç değişmiyor; değişen tek şey, kaybedilen hektarlarca orman, yanıp kül olan canlar ve geride kalan hayal kırıklığı oluyor.

Bu yıl da farklı değil. Ve yine aynı soruyu soruyoruz: Neden her seferinde hazırlıksız yakalanıyoruz? Neden bu kadar acı yaşandıktan sonra bile köklü bir ders çıkarmayı başaramıyoruz?

Orman yangınlarının çıkış nedenleri elbette çok çeşitli. Dikkatsizlik, ihmal, anız yangınları, bilinçsizlik, artan kuraklık, rüzgârın etkisi… Ama asıl mesele, yangınlar başladıktan sonra değil, başlamadan önce ne kadar hazırlıklı olduğumuz. Ve bu hazırlık sadece yangın söndürme uçaklarından, helikopterlerden ya da itfaiye ekiplerinden ibaret değil.

Yıllardır bu konuda atılan adımların ne kadar yüzeysel kaldığını görmek zorundayız. Orman girişlerine tabela asmak, piknik alanlarını yasaklamak, mangalı yasaklamak elbette bir tedbirdir ama yangını önlemek için yetmez. Sorun, yangına birkaç ay öncesinden değil, yıllık planlamalarla yaklaşılması gereken bir mesele olmasıdır.

Peki ya planlamalar ne durumda? Kaç bölgede etkili erken uyarı sistemleri var? Kaç köyde veya yerleşim yerinde yangına karşı yerel eğitimler düzenleniyor? Orman köyleri gerçekten bilinçlendiriliyor mu? Yangın yolları açık tutuluyor mu? Bu sorulara verilecek yanıtlar, genelde sessizdir. Çünkü yangınlar söndüğünde, bu sorular da duman gibi dağılır gider.

Üstelik sadece teknik hazırlık da yetmez. Bu mesele biraz da yönetim zihniyeti meselesidir. Afet yönetimi gibi orman yangınlarıyla mücadele de plansızlık ve günü kurtarma anlayışıyla yürütülemez. Her yaz medyada çıkan dram haberlerine mahkûm olmamızın bir nedeni de budur: Kriz anlarında yapılan kurtarma çalışmalarının bir başarı öyküsüne dönüştürülmesi, işin özünde yapılan ihmalleri unutturuyor.

Toplum olarak da suçsuz değiliz. Ateşi doğada kontrolsüzce yakmak, sigara izmaritini yere atmak, cam şişeleri ormana bırakmak gibi küçük ama yıkıcı alışkanlıklarımız var. Bazen bir kibrit çöpü kadar küçücük bir ihmal, yüzlerce yılın emeğini kül edebiliyor. Bu yüzden herkesin “Ben ne yapabilirim?” sorusunu kendine sorması şart.

Ama bireysel sorumluluk kadar kurumsal ve siyasi sorumluluk da tartışılmak zorunda. Sadece sosyal medyada “yardım tırı gönderelim” demek, yetmiyor. Orman köylerinde yaşayanlar kaderine mi terk ediliyor? Yerel yönetimler ve merkezi idare birbirine parmak mı uzatıyor? Yoksa yangın söndürme uçaklarının bakımı yine bir krize mi dönüşüyor? Bu soruları sormak, cevaplarını ısrarla talep etmek ve hesap sorabilmek, vatandaşlık görevimizdir.