Barış... Ne kadar basit, ne kadar evrensel bir kelime. İnsanlığın en temel özlemi, en büyük hayali. Oysa yüz yıllardır var olan devletler ve toplumlar hâlâ bu kelimenin gerçek anlamını kavrayamamış, içselleştirememiş durumda. Hatta kimi zaman barış, sadece kağıt üzerinde yazan bir kavram olmaktan öteye geçemiyor.

Neden? Çünkü tarih boyunca güç ve çıkar savaşları, ideolojik çatışmalar, milliyetçilikler, sınırlar ve egemenlik kavgaları barışın önüne geçti. Devletler, kendi varlıklarını sürdürebilmek için kimi zaman savaşmayı kaçınılmaz gördü. Ama ne gariptir ki, bu savaşlar çoğu kez halkların canını, malını ve huzurunu yok etti. Barış ise hep hayal oldu, uzak bir ütopya gibi.

Bugün bile, dünyanın birçok köşesinde savaşlar, çatışmalar, terör olayları yaşanıyor. Güç odakları, kavgalarını devam ettirirken halklar “barış” diye haykırıyor. Yüz yıllardır var olan devletlerin bile “barış” kavramını öğrenememiş olması aslında büyük bir trajedi ve acı kaynağıdır.

Barış sadece savaşın olmaması demek değildir; barış, karşılıklı anlayış, saygı, hoşgörü ve adalet demektir. Barış, farklılıkların bir arada yaşaması, uzlaşması, çatışmaların diyalogla çözülmesidir. İşte bu yüzden, yüz yıllardır var olan ülkeler, gerçek barışın anlamını öğrenmeden, halklarına hak ettiği huzuru veremez.

Belki de asıl sorun, barışı öğrenemeyenlerin devletlerin en tepesinde olmasıdır. Çünkü barış, liderlerin değil, tüm toplumların ortak çabasıyla yaşanabilir. Tarihin acı tecrübeleri bize gösteriyor ki, savaş sadece yıkım getirir, kalıcı çözüm değil. Barış ise uzun, zor ve emek isteyen bir süreçtir ama mutlaka gerçekleşmesi gereken tek yoldur.

Bizler, bu topraklarda yaşayan insanlar olarak barışın anlamını öğrenmeli, sahip çıkmalı ve öğretmeliyiz. Gelecek nesillere sadece savaşın değil, barışın mirasını bırakmak en büyük sorumluluğumuzdur. Çünkü yüz yıllardır var olan ülkelerin barışı öğrenememesi, her defasında insanlığın ortak acısını büyütmektedir.