Her yılın belirli dönemlerinde açıklanan memur ve emekli zamları, milyonlarca insan için sadece bir oran değil; bir yılın nasıl geçeceğinin de habercisi oluyor. Açıklanan rakamlar kamuoyuna “iyileştirme” olarak sunulsa da, mutfakta kaynayan tencere aynı hızla kaynamaya devam etmiyor.

Memurlar için maaş artışı, çalışma hayatının bir gereği. Ancak asıl kırılgan kesim, sabit gelirle yaşamaya çalışan emekliler. Bir memur aktif görevdeyken ek ödemelerle, yan haklarla maaşını bir nebze dengeleyebilirken; emekli için böyle bir alan yok. Emeklinin geliri sabit, giderleri ise her ay artan bir grafik çiziyor.

Yapılan zamların büyük bölümü, enflasyon farkı üzerinden şekilleniyor. Bu teknik olarak doğru olabilir; ancak hayatın gerçeğiyle örtüşmediği de ortada. Çünkü zamlar, geride kalan ayların fiyat artışlarını telafi etmeye çalışıyor. Oysa emekli ve memur, yarının faturasıyla, gelecek ayın kirasıyla yaşıyor. Enflasyon farkı, yaşanan kaybı telafi ediyor ama refahı artırmıyor.

Bir diğer dikkat çeken nokta ise memurlar ile emekliler arasındaki maaş dengesizliği. Görevdeki memur ile aynı sistemi paylaşan emekli, emeklilikle birlikte gelirinde ciddi bir düşüş yaşıyor. Yıllarca verilen emeğin, emeklilikte bu kadar hızlı erimesi “sosyal devlet” kavramını yeniden düşünmeyi zorunlu kılıyor.

Zam oranları açıklanırken sıkça kullanılan “bütçe dengeleri” vurgusu elbette önemli. Ancak bütçe, insan için vardır; insan bütçe için değil. Emeklisini ayakta tutamayan bir ekonomik düzenin sürdürülebilir olması da zordur. Çünkü bugün geçinemeyen emekli, yarının güvencesiz çalışanıdır.

Memurlar ve emekliler lüks istemiyor. Temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek, torununa harçlık verebilecek, sağlık kaygısı yaşamadan ay sonunu getirebilecek bir maaş talep ediyor. Bu da zamların sadece rakamsal değil, insani ve kalıcı çözümlerle ele alınmasını zorunlu kılıyor.

Zam açıklandıktan sonra asıl soru şudur: Maaş arttı mı? Evet. Peki hayat kolaylaştı mı? İşte bu sorunun cevabı hâlâ bekleniyor