Türkiye’de sağlık sistemi uzun süredir tartışma konusu. Kağıt üzerinde “herkes için sağlık” sloganı kulağa hoş geliyor ama gerçek hayatta işler pek öyle yürümüyor. Hastanelere adım atan herkesin yaşadığı ilk şey, bitmeyen kuyruklar ve “randevu yok” cümlesi. Hele ki sabahın köründe bilgisayar başında MHRS’den randevu kapmaya çalışan milyonlarca insan var. Bir muayene için günler, bazen haftalarca beklemek, artık olağan hale geldi.
Ama sorun sadece randevu değil. Doktorlar, hemşireler, sağlık çalışanları inanılmaz bir yükün altında. Bir gün içinde yüzlerce hasta gören bir hekimin, her birine aynı özeni göstermesi neredeyse imkânsız. Üstelik sağlık çalışanlarına yönelik şiddet haberleri, onların zaten ağır olan yükünü daha da katlanılmaz hale getiriyor. Sağlık sistemi çöküyor derken, aslında insan hayatının da bu enkazın altında kaldığını görmek gerekiyor.
Bir başka gerçek ise özel hastaneler… Devlet hastanelerinde sıra bekleyen vatandaşın önüne konan alternatif: “Özele git.” Ama özele gidiş de herkesin bütçesine uygun değil. Yani sağlık, adım adım parası olanın ulaşabildiği bir ayrıcalık haline geliyor. Bu durum, “eşit sağlık hakkı” kavramını kağıt üzerinde bırakıyor.
Ve elbette bir de hijyen sorunu… Birçok hastane koridorunda temizliğin yetersizliği göze çarpıyor. Yüzlerce insanın girip çıktığı, mikrop ve hastalık riskinin en yüksek olduğu bu alanlarda hijyenin eksikliği, sağlık arayan vatandaş için ayrı bir tehdit. İyileşmek için gidilen yer, bazen hastalığın daha da yayılmasına sebep olabiliyor.
Sağlık dediğimiz şey, en temel haklardan biri. İnsanın parası, konumu, gücü ne olursa olsun; herkesin eşit şekilde ulaşabilmesi gereken bir hizmet. Ama bugün geldiğimiz noktada, hastane koridorlarında bekleyen binlerce insanın tek ortak duygusu var: umutsuzluk.
Sağlık sistemi bir ülkenin aynasıdır. Eğer bu aynada yorgun doktorları, çaresiz hastaları, hijyensiz koridorları ve tükenmiş insanları görüyorsak, sorun sadece sağlıkta değil, toplumsal vicdanda da var demektir.